22 Temmuz 2016 Cuma

Hârizmî ve Sıfır rakamı








Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî, matematik, gökbilim ve coğrafya alanlarında çalışmış Fars bilim adamı.
9. Yüzyıl’da (m.780) Özbekistanın Harezm kentinde dünyaya geldiği için Hârizmî adıyla tanınan ve büyük bir olasılıkla Türk olan Muhammed ibn Musa, Halife Memun'un Bağdat'ta kurduğu Bilgelik Evi'nde bulunmuş ve bu kurumun kütüphanesinde matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapmıştır. Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir.


Hârizmî, Harun Reşid’in yönetimi altında, mahallesindeki özel okullardan birinde eğitim gördükten sonra üst düzey bir okula gider. Matematiğe, astronomiye tutkundur ve konuyla ilgili Hindistan’dan gelen tüm eserleri inceler. O aynı zamanda, Yunanlı bilgin Batlamyus’un ünlü astronomi eserinin Arapça çevirisi Macesti’yi okuyan İslam devletinin ilk bilginlerinden birisidir. Harun Reşid’in oğlu Me’mun, sırası gelip halife olunca, Hârizmî ona bir eser takdim eder. Bu tam anlamıyla insanlık tarihinin ilk cebir kıtabıdır.


Böylece Hârizmî, bir bilim tutkunu olan yeni halifenin katında ününü arttırır. Bu kendisine sunulan cömertçe ihsana teşekkür etmenin güzel bir yoludur… Bir zaman sonra Hârizmî, Hintliler tarafından geliştirilen, devrim niteliğindeki bir hesap sistemini anlattığı yeni bir kitap kaleme alır. Bu bugün dünyanın tüm okullarında öğretilen onluk sistemdir.


Hârizmî, bir Hint kitabının çevirisinde yeni matematik araçlarını keşfeder: Dokuz tane rakamla sayıların yazılması ve iri bir nokta şeklindeki komik bir işaret: Bu sıfırdır! Babilliler, Yunanlılar ve Hintliler çok önceden sıfır, yani ‚hiç‘ fikrine sahiplerdi, fakat bunu hesaplarında çok az kullanırlardı. Hârizmî, bu sembolü anlayacak ve bolca kullanacaktır. Bu matematiksel aracı geliştirmeyi kararlaştıran Hârizmî 0’dan 9’a kadar rakamlar ve hesap üzerine ileride Latinceye tercüme edilecek bir kitap yazar. Avrupa daha sonra tüm matematikçileri sıfırı benimseyeceklerdir.


Hint hesabı hakkındaki ünlü kitabında Hârizmî dört temel işlemi açıklar. (Toplama , çıkarma, çarpma, bölme). Bir ve iki bilinmeyenli denilenlerin kuralını açıkladığı bir diğer eserinde ise Hârizmî , yeni bir bilim olan cebirin doğmasını sağlar ( Arapçada "el-cebr" kelimesini "onarmak, canlandırmak , güçlendirmek" anlamlarına gelir). Fakat hepsi bundan ibaret değil! Bir başka matematik terimi olan "algoritma", Hârizmî'nin adının batılılar tarafından kendi dillerine uyarlanmış biçiminden gelmektedir.

İbn-i Heysem Filmtrailer (1001 İcat)

İbn-i Heysem - Fotoğraf makinesi (Video)

Halife Me´mun ve Dünya Haritası

Ibn Sina




Ibn Sina 980 yılında (o dönemde İran'a, bugün Özbekistan'a ait) çok büyük bir şehir olan Buhara’ya yakın küçük bir kentte dünyaya geldi. Küçük bir çocukken bile bir dâhi olduğu mütevazılığa gerek görmeyen otobiyografisinde okunabilir. 10 yaşında Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiştir. Sonra, “Babam, hesap öğrenip kendisine öğretmem için beni bir sebze tüccarının yanında çırak olarak çalıştırmaya karar verdi” diyor. Sonrasında geometri, mantık, felsefe... “Ustamın önüme koyduğu her problemi, ondan daha iyi çözmeyi başarıyordum.” İbn Sina16 yaşındayken iyi bir hekim olarak görülüyordu. “Tıp zor bilimlerden biri değildir. Onda üstünlüğümü çok çabuk gösterdim; öyle ki yetenekli hekimler benim yönetimimde öğrenim görüyorlardı; dahası, hasta da tedavi ediyordum.”


Bölgenin hükümdarının verdiği yetkiyle, kütüphanesindeki eserleri incelemek üzere iki yıl boyunca buraya çekilir. Daha sonra İbn Sina, başka bir sarayın davetlisi olarak birçok başka bilginle görüşmeler yapar. 1012 yılına doğru, Sultan Gazneli Mahmud kendisini davet eder. İbn Sina reddeder. Sultanın öfkesinden korunmak için kaçar. Öfkeli sultan peşine polis takar ve İbn Sina'nın, birkaç yıl öncesinde bir ressam tarafından yapılmış “robot resmi”ni de dağıtır. Nafile.


1014 yılından 1020'ye kadar İbn Sina, İran'ın değişik şehirlerinde oturur. Tıbbı sevmektedir, ancak politikayı da... Bölgenin sultanı Şemsüddevle”nin veziri olur. Sultanın ordusu isyan edince İbn Sina tutuklanır. Belki de en ünlü kitabı olan Tıbbı Kanunu'nu (el-Kanun fİ't-ıb) hücrede ikameti sırasında kaleme almaya başlamıştır. Sonra İsfahan'a yerleşir. Ancak çalkantılı hayatı ve siyasi maceralarının da etkisiyle sağlığı bozulur. Hekim İbn Sina,, insan vücudunda hastalığın ilerlemesini saptamak üzere kendi hastalığının seyrini takip etmeye karar verir... 1034 yılından itibaren tüm tedavileri keser ve bir filozof gibi ölüme hazırlanır.

Çok önemli bir kitap

İbn Sina hekim olmanın yanı sıra. filozof, matematikçi ve astronomdur. Tıbbı bir bilim olarak gören bu Müslüman hekim, birçok bilim dalının uzmanlarıyla da temastadır. Yunanlı Hipokrat ve Galen'in teorilerini yeniden keşfederek, döneminde geçerli olan tüm bilgileri Tıbbın Kanunu kitabında bir araya getirmeyi hedefler. Tüm Müslümanlar tarafından kullanılan bu kitap, 300 yıl boyunca Avrupa üniversitelerinin programlarında yer almıştır. Hastaların tedavisinde İbn Sina'nın önerileri izlenmiştir.


Yorulmak bilmeyen bir yazar


Sürekli yollarda olan İbn Sina ancak nadiren kütüphanelerde kalabilir. Şaşılacak derecede iyi olan hafızasını çalıştırır ve özgün eserlerini, sözlüklerin ve el kitaplarının yardımı olmadan dikte eder. Bu şartlar altında günde elli sayfa yazabilen İbn Sina bilimsel veya felsefi iki yüzden fazla metne imza atmıştır.

... izinde

İbn Sina'nın öğrencileri öğretiminden yararlanmak için onunla birlikte seyahat etmek zorundadırlar. Şiir formundaki bilgiyi zihinde tutmanın daha kolay olduğunu bilen İbn Sina önceden diğer hocalar tarafından da izlenen bir yöntemi uygular: Acemi hekimlerin bilmek zorunda oldukları her şeyi şiirle ifade eder. Bu şiirlerinin en ünlüsü binden fazla mısradan oluşmaktadır. Mısraları çözümleyecek yetenekli âlimlerin yardımı olmadan bunları anlamaya çalışmak boşunadır!

Ibn Sina'nın keşifleri

İbn Sina, akciğer hastalıklarına nasıl teşhis konulacağını ve bazı psikolojik hastalıkların nasıl tedavi edileceğini bulmuştur. Aynı zamanda doğumu kolaylaştıran bir aletin icadını yapan ilk kişidir. Ancak asıl tercih ettiği faaliyet düşünmek ve öğretmektir.

Sağlıklı yaşamak

Hekimler, çok geniş bir listeden uygun ilacı geçmeden Önce, hastalarının sorununu olabildiğince belirgin bir biçimde tanımlamaya çalışırlar. Önemli olmayan bir rahatsızlık karşısında hekim, hamam banyolarını veya egzersiz yapmayı tavsiye eder. Ayrıca besinlerini değiştirmeyi ya da belli bir gıdayı almayı önerebilir. Örnek olarak şeker, sindirim sistemi hastalıklarına karşı salık verilir. Eczacılar şekerin, içine katıldığı ilacın korunmasına katkıda bulunduğunu da belirlemişlerdir. Şeker kamısı İslâm coğrafyasında her yerde yetiştirilmektedir.

Karınca, sıçan ya da ceylan nabzı?

Çok ağır bir hastayı muayene eden bilgin, nabzına bakmadan önce hastanın idrarını inceler. Nabız zayıflığının her türünün ayrı bir ismi vardır. Ceylan nabzı yüksek ve yakıcı bir ateşi gösterir. Sıçan kuyruğu nabzı durumun ağır olduğunu kanıtlar; vücut hastalıktan zarar görmektedir. Karınca nabzı ise şiddetli ağrıların yol açtığı bayılmaların arkasından gelir.

Tanrı'nın elleri

En iyi şekilde tedavi etmek için, hekim bazen farklı yöntemlere başvurur. Böylece, damar problemleriyle başa çıkmak için akrep ya da solucan lapası yemeyi önermekte tereddüt etmez. Hayvan, bitki ya da taşların şifa verici etkilerinden yararlanılmak istenir. Hekim, hastalığın şifasını verme ya da vermeme gücü sadece kendisine ait olan Tanrı'nın bir vesilesi olarak değerlendirilir.

Şifahaneye maddi destek

Halifeler ve varlıklı kişiler iyi hekimleri çevrelerinde toplamaya çalışırlar ve onları çekmek için, hastanelerin masraflarını üstlenirler. Halifeler bu yolla halkı memnun etmeye çalışır.

Hayır işlemek aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in emirlerine itaat etmek ve ahiret saadetini ele geçirmektir. Tüm büyük İslâm şehirlerinde şifahaneler vardır. Kurulduktan elli yıl sonra Bağdat'ta iki şifahane bulunmaktadır. 13. yüzyılda Kahire'de sultan, hasta bakıcıların ücretlerini bizzat ödemekte, yataklar ve döşekler satın almaktadır. Hastalar problemlerine göre (ateşli hastalıklar, yaralanmalar, önemli ishal ve görme bozuklukları) içinde su bulunan dört odaya dağıtılırlar. Beşinci bir odaya kadınlar kabul edilir. Her şifahanenin bir eczanesi bulunur.

Modern bir hekim

Hastanelerde tıp hızlı gelişir. Başhekim tedavi uygularken bir yandan da ders verir. Hekimler, muayene yapmalarına yardımcı olan öğrencilerin gözü önünde en ağır vakaları tartışırlar. Günümüzde de böyle yapıldığını biliyoruz. Demek ki bu, çok modern bir uygulama.

Ruh hastalarını müzikle tedavi etmek

Hastanelerin ruh hastalarım da kabul etmesi bir devrimdir. Hekimler onlara ilaç yazarlar; müziğin de onlar için yararlı olabileceğini düşünürler. (Bugün Suriye’de olan) Halep şifahanesinin iç avlusunda orkestra için ayrılmış bir yer görülür. Dinleyiciler taştan yontularak yapılmış iskemlelere yerleşirler. Ancak Hazret-i Peygamber için olduğu gibi, hekimler için de ruhu dinlendirmek için hiçbir şey “doğal müzik” kadar değerli değildir: ağaçlar arasında esen rüzgâr, kuş sesleri ya da akan suyun şırıltısı. Bu nedenle şifahanelerin ortasında her zaman fıskiyeli bir havuz bulunur.

Vücudu keserek açmak: bir tabu... Hekimler ameliyat yapmak için Vücudu kesmeye nadiren cüret ederler. Enfeksiyonlardan korunma bilinmemekte ve anestezi hafif kalmaktadır çünkü anestezi olarak hastaya sadece afyona batırılmış sünger koklatılır.

...ve tehlikeli

Şifahane hekimleri ameliyat yapmazlar. Bu tedaviyi şehirden şehre dolaşan cerrahlara bırakırlar. Ameliyattan sonra ölüm riski o kadar yüksek bir olasılıktır ki yas tutan ailelerden kurtulmak için cerrahlar sık sık şehir değiştirirler. Ünlü hekim Râzî'nin hayatının sonuna doğru gözlerinden ameliyat olmaktansa kör kalmayı tercih ettiği anlatılmaktadır.

1001 İCAT (1001 BULUŞ)







Al- Hassani sözlerine şöyle devam etti: “Amacımız, İslam medeniyetinin güzel sanatlar, bilim, teknoloji ve çağdaş medeniyetin gelişimine yaptığı katkının ana akımda kavranışını yaygınlaştırmaktır. Bu kendine has enteraktif sergi, şaşırtıcı gerçekleri ve günümüzün çağdaş dünyasında bizleri derinden etkileyen hayret verici öyküleri daha geniş kitlelere sunmakla bunu başarmaktadır.” Al-Hassani’nin bahsettiği bu gerçeklerden bazıları şunlardır:



1. Dünyanın ilk roketli uçuşu 17. yüzyılda İstanbul Boğazı üzerinde uçan Lâgarî Hasan Çelebi tarafından gerçekleştirildi.

2. Günümüzde Türkiye’nin güneyi olarak bilinen bölgede, büyük mühendis El-Cezerî tarafından on üçüncü yüzyılda yapılan beş metre yüksekliğinde bir “Fil Saati” rekreasyonu.

3. Türkiye’den ithal edilen bir kavram olarak aşılama ve inokülasyonun hikâyesi.

4. Avrupa’nın her yerinde önemli binaların mimarisinin Türkiyeli Sinan’ın eserlerinden nasıl etkilendiği

5. El-Cezerî ve Takîyuddin gibi mühendislik öncüleri tarafından kullanılan piston manivela sistemleri ve emme basma tulumbaların reprodüksiyonları.

6. Planörle iki kıta arasında uçmayı başaran ilk insan olan Hezarfen Ahmed Çelebi.

7. Birçok cerrahi aletin mucidi ve cerrahi üzerine yazılan ilk resimli kılavuzun yazarı Amasyalı Şerefeddin Sabuncuoğlu.

8. Osmanlı idarecilerinin şehir planlama alanında nasıl önemli ilerlemeler kaydettikleri.

9. Türk Hamamlarında geliştirilen, günümüzde dünyada da yaygın bir şekilde uygulanan sauna tedavileri.

10. Türk dilinin birçok İngilizce kelimeye ilham vermiş oluşu (“Yogurt/yoğurt”, “Crimson/kırmızı” ve “Kiosk/köşk” gibi).

Alimler ve Teknoloji



The Economist, İslam dünyasındaki bilimin devrimini anlatırken, asıl dalgalı kurun bilimde değil; özümüzde olduğunu henüz fark edememişti. Yoksa bazı üniversitelerdeki ibadet mekanlarının çalışma mekanlarından daha büyük olduğundan dolayı bizleri yadırgamazdı.

"Cennet gibi yer” diye bir deyim vardır ya, geçtiğimiz yıl belki ilk kez bu cümleyi kullanmıştık. Onlarca bilim insanı dünyanın bir numaralı üniversitelerinden Harvard’ın salonunda toplanmışlardı. Heyecanlıydık; çünkü böyle fırsatların akademik dünyada yaşayan insanlar için ne denli büyük olduğunun farkındaydık. Hani “Kaf dağının ardında yaşayan Anka kuşunun” hikâyesi anlatılır ya, bizlere de hep kendi okullarımızda Harvard’da yapılan keşiflerin ve icatların hikayesi anlatılırdı. Ama “Cennet” tabirini böyle heyecanlarımızın hiçbiri için kullanmamıştık...

Teker teker sahneye çıkan bilim insanları, Amerika’nın dört bir köşesinden gelmiş ve kendi alanlarında en ünlü bilimsel dergilerde yayınladıkları araştırmalarını anlatıyorlardı. Ağzım açık kalmıştı, yerimde duramıyordum heyecandan... “Elhamdulillah” kelimeleri belki de o an sadece bizim ağızlarımızdan çıkmıyor; üstümüzde dönüp dolaşan meleklerden de zikrediliyordu. Öğle namazı vakti girdiğinde seminerimize de ara verilmişti. Namazlarımızı kılmak için hiçbir hocamızdan çekinip saklanmıyorduk. Abdestlerimizi korkudan aceleyle alıp, gözükmeden bir yerlerde “Nasıl namaz kılabilirim?” endişesi taşımıyorduk. Onlarca bay ve bayan bilim insanı, kendilerine hazırlanmış bölümlerde büyük bir cemaat oluşturmuştuk. Dünyanın “Kırmızı Elması” Harvard’da, dünyanın en sayılır bilim insanlarıyla saf tutmuş namaz kılıyorduk.

İşte o an, hayatımızda ilk kez ve defalarca “Cennet gibi yer” deyimini kullanmıştık. Müslüman bilim insanları dinlerinin emrettiği tarzda giyinik şekilde sahneye çıkarken, anlattıkları bilimsel buluşlarıyla ne başörtüleri heyecanlarını saklıyordu, ne de kimseden çekinerek azınlık duygusu yaşıyorlardı... İşte bu anılarla The Economist’in yakın zamanda yayınladığı bir makalede İslam dünyasının son yıllarda bilime verdiği önem anlatılırken, ilk cümlesi dikkatimizi çekmişti. 2005 yılında sadece Harvard’da yayınlanan makale sayısı 17 Arap devletinin bütün üniversitelerinin yayınladıklarından fazlaydı. The Economist’in hesaba katmadığı bir şey vardı. O da, batı dünyasında çığ gibi artan Müslüman bilim insanlarının sayısı. Artık “Harvardlı Müslümanlar” gibi azınlık olduklarını anlatan bir tabir yerine “Müslüman Harvardlılar” tanımlaması koca bir “cemaat” için söylenebiliyordu. Ve makaledeki ikinci üzücü cümle hemen arkasından geliyordu. 1.6 milyarlık İslam âlemi yıllar boyunca sadece iki Nobel ödülü kazanabilirken; 16 milyonluk Yahudi aleminde ise 79 tane Nobel ödülü kazanan bilim insanı vardı. Sahip olduğumuz iki Nobel ödülünü kazanan bilim insanı da batıya göç etmişti. Tabi aradaki muazzam farkın nedenini birçok hususa bağlayabiliriz; ancak dergi bizim yerimize cevap veriyordu. İslam dünyasında bilimin en geliştiği zamanlardaki iktidarların, dinine bağlı olan insanlardan oluştuğu anlatılırken; dikta rejimlerle nefes alamayan birçok İslam ülkesinde ise üstü toprakla örtülen unsurlardan biri de bilimdi...

Son on yıldaki İslam dünyasının bilimdeki atılımı ise The Economist’i heyecanlandırmış olmalı ki sadece Türkiye’de ve İran’da yayınlanan bilimsel yayın sayısının 4-5 kat arttığını ve Türkiye’nin İsveç’ten dahi bilime fazla para ayırdığını söylerken bilinçaltlarındaki küçümseme duygusunu saklayamıyorlardı. Çünkü artık ülkemizde uzaya ilk yerli uydumuzu fırlatabiliyorduk. Ve insanların çoğu(!) gökyüzüne bakıp, milli bir ruhla alkışlayabiliyorlardı. Çünkü artık birçok uzay mühendisi bilim insanımız, ellerindeki kameralarla(!) baş örtülü öğrencileri değil; gökyüzündeki nice gizli yıldızların fotoğraflarını çekiyorlardı. Çünkü artık aklında binbir bilimsel proje olan başı örtülü kız kardeşlerimiz; “çitlerle çevrili” üniversitelerden içeri girebiliyorlardı... Çünkü... Çünkü...

The Economist, İslam dünyasındaki bilimin devrimini anlatırken, asıl dalgalı kurun bilimde değil; özümüzde olduğunu henüz fark edememişti. Yoksa bazı üniversitelerdeki ibadet mekanlarının çalışma mekanlarından daha büyük olduğundan dolayı bizleri yadırgamazdı. Çünkü namazını kılan ve bilimi mârifetullah ve muhabbetullah mikroskop ve teleskoplarıyla durmaksızın araştıran bilim insanlarının, okullarında namaz kılacak mekânları olmadığından içlerinin ne kadar yandığını bilemezdi. Binbir türlü bahaneler uydurup birkaç dakika namazını kılıp, hemen araştırmalarının başına koşmak için uzak mescidlere koşanları bilseydi, şu anki halimizle bilimden değil; özümüzden ne kadar uzaklaşmış olduğumuzu ancak kavrayabilirdi.

Bilim ve Teknoloji



Bilim ve teknoloji, yaşadığımız yüzyılda dünya tarihini etkileyecek önemli gelişimlere ve değişimlere vesile oldu. Tüm ülkelerde, yaşam koşullarını köklü ve süratli bir şekilde etkileyen teknoloji, artan dünya nüfusunun pek çok sorununa çözüm getirdi. Dünyanın bugünkü medeniyet seviyesinde büyük payı olan bilim ve teknolojinin tarihi gelişimi de son derece hızlı oldu. Peki, bilim ve teknolojinin önderliğini üstlendiği uygarlık ve kültür alanındaki değişimin tarihsel başlangıcı hangi dönemlerde başlamıştır?

Dokuzuncu yüzyıldan on dördüncü yüzyıla kadar uzanan dünya tarihinde, dönemin en ileri uygarlığı olan “İslam Uygarlığı” döneminde vuku bulmuştur. Tüm yaşamlarını, dolayısı ile bilime dair tüm çalışmalarının temelini Kuran ayetlerine dayandıran Müslümanlar, kendilerine atfedildiği gibi bilimi reddetmeyip sahip çıkmışlardır. Akıla ve bilgiye dayanan uygarlıkları, dünyanın bugün sahip olduğu pek çok değere de kaynaklık etmiştir.
Kuran'da, evrenin yaratılışı ve kainatın düzeni ile ilgili ayetlerin bildirilmesi, bilgi sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığının delillerinin görülmesi, evrendeki her nesne ve varlığın birbirine olan uyum ve bağlılığı; söz konusu dönemde bilimin ilerlemesine yol göstermiştir.
Teknik ilimler, tıp, astronomi, cebir ve kimya gibi birçok alanda önemli neticeler elde eden Müslüman bilim adamları, medeniyet ve kültür sahasında kısa zamanda kendilerini tüm dünyaya kanıtlamışlardır. Buluşlarıyla uygarlığın ilk adımlarının atılmasına vesile olan Müslümanlar, ilerlemenin yolunu açmışlardır. İslam tarihinde, bilim dallarını tek tek incelediğimizde, hepsinin kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu, maddi-manevi her şeyin Allah'ın yarattığı sistemin bir parçası olduğunu defalarca ispat ettiğini görmekteyiz.

Müslüman bilim adamları öncelikle, Batı’da Roma ve Doğu’da başta Çin olmak üzere, diğer devletlerde geliştirilen bilim ve teknolojiyi rehber almışlar ve önemli kaynakları tercüme etmişlerdir. Bu bilgi birikiminin içinden imanî ve teknik anlamda yanlış ve tutarsız olan noktaları çıkartarak, kendilerine fayda sağlayacak duruma getirmişlerdir. İlk adım niteliğindeki çalışmalarının ardından, elde ettikleri bilgileri değerlendirip yorumlayarak bilim ve teknolojiye katkıda bulunmaya başlamışlardır.

Emevi halifelerinden Muaviye, bir milyon civarında kitabı barındıran "Darü'l-Hikme"yi (İlim Kültür Yuvası) kurar. Halife el-Hakim de, 400 bin ciltlik bir kütüphane kurarak bilim adamlarını Kurtuba'da toplar. 8. Yüzyıl’ın sonlarına doğru Halife Harun-el-Raşid, Aristoteles'in tüm kitaplarını, Galen ve Hipokrat gibi büyük bilim adamlarının birçok eserini Arapçaya çevirtir. Halife el Memun, Bizans'a ve Hindistan'a elçiler göndererek çevirmeye değer kitap aratır ve Bizanslıları yendiği savaşta, savaş tazminatı olarak sadece Eski Yunan yazmalarını ister. Böylece İslam dünyası, önceki dönemlerde yapılan tüm bilimsel çalışmaları toparlayarak kaybolmasını önler; daha sonra bu çalışmalar, Arapçadan Batı dillerine çevrilir. Endülüs Devleti'nin kurulması ile Musevi, Hıristiyan ve İslam kültür geleneklerinin buluşması, İspanya'yı bilim ve kültür merkezi haline getirir.

Wiedemannın Çalışmaları





Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

cilt: 43; sayfa: 160
[WIEDEMANN, Eilhard - Hilal Görgün]



Physikalisch-Medizinischen Sozietät ve Die Deutsche Akademie der Naturforscher Leopoldina gibi kuruluşların üyesi olan Wiedemann’ın öğrencileri arasında Joseph Frank, Fritz Hauser, Theodor Mittelberger, Karl Kohl, Joseph Würschmiedt ve Hugo J. Seemann gibi bilim adamları bulunmaktadır.


Eilhard Wiedemann’ın çalışmalarının büyük çoğunluğu fizikle teknoloji tarihi üzerinedir ve bunların 200’den fazlası İslâm tabii bilimler ve teknoloji tarihiyle ilgilidir. Hemen hemen bütün İslâm dünyasının sömürge haline getirildiği ve müslümanların Batı merkezci tarih yazarları mârifetiyle tarihten dışlanmaya çalışıldığı bir dönemde yaşayan Wiedemann, gerçek bir ilim adamından beklenen ahlâk ve gayretle müslümanların bilim ve teknoloji çalışmaları üzerinde yoğunlaşmış, araştırmalarının büyük bir bölümünü onların bu alanlardaki başarılarını ortaya çıkarmaya ayırmıştır. Wiedemann, bilim ve teknoloji tarihini araştırmanın ön şartlarından birinin ilgili alanların mevcut halinin bilinmesi olduğunu tesbit ederek bunlardan habersiz bir araştırmacının sadece dil bilmekle bu alanların tarihini inceleyemeyeceğini söylemiş, böylece, günümüzde müslüman ve Batılı bilim adamlarının İslâm bilim ve düşünce tarihini anlama ve ürünlerini ortaya koyma yönünde sergiledikleri beceriksizliklerin sebeplerinden birini ifade etmiştir. Müslümanların tabii bilimler sahasındaki başarılarını ele aldığı, “Die Naturwissenschaften bei den orientalischen Völkern” başlıklı makalesinde Batı’da yaygın olan, müslümanların Antikçağ’dan intikal eden bilgileri sadece tercüme ettikleri ve bunlara önemli bir katkıda bulunmadıkları şeklindeki görüşten şikâyet eder ve bu makalesinde aksi görüşü savunur (Gesammelte Schriften, II, 853-862; ayrıca bk. I, 85-114; II, 879-882). Wiedemann’ın çalışmaları, genel bilim tarihinde hâlâ yeterince dikkate alınmayan İslâm medeniyeti içinde tabii bilimler tarihi açısından yol gösterici ve çığır açıcı bir niteliğe sahiptir. Kendisi müslüman ilim adamlarının başarılarını sadece teorik olarak ortaya koymakla kalmamış, İslâm coğrafyasında kullanılmış, geliştirilmiş veya icat edilmiş alet ve cihazların klasik eserlerde bulunan tasvir ve çizimlerinden hareketle prototiplerini yapmıştır. 1911’de bunlardan beş tanesi Münih’teki Alman Müzesi tarafından satın alınmıştır; diğer modellerin âkıbetleri hakkında ise bilgi yoktur. Müzenin satın aldığı aletlerden biri olan usturlap modelinin aslı Muhammed İbnü’s-Saffâr’ın Berlin Devlet Kütüphanesi’ndeki usturlabıdır (a.g.e., I, s. IX). Wiedemann’ın açtığı bu çığır, İslâm bilim ve teknoloji tarihinde yönlendirici çalışmalar yapan ve bu konuda Wiedemann’ı öncü sayan (Sezgin, Wissenschaft und Technik im Islam, I, s. IX) Fuat Sezgin tarafından sürdürülmektedir.


Wiedemann’ın üzerlerinde araştırma yaptığı, eserlerini Almanca’ya çevirdiği ve tabii bilimler tarihindeki yerlerini gösterdiği çok sayıdaki İslâm âliminden önde gelenler şunlardır: İbnü’l-Heysem, İbn Hazm, Bîrûnî, İsmâil b. Rezzâz el-Cezerî, Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî, İbnü’l-Ekfânî, Harakī, Fahreddin İbnü’s-Sââtî, İbnü’ş-Şâtır, Fârâbî, Kemâleddin el-Fârisî, Kuşyâr b. Lebbân, Benî Mûsâ, Ca‘fer b. Ali ed-Dımaşkī, Muhammed b. Ahmed el-Hârizmî, Ali b. Ahmed en-Nesevî. Onun İslâm bilimler tarihiyle ilgili olarak ele aldığı konulardan bazıları da şöylece sıralanabilir: Müslümanlarda zaman, mekân ve hareket; astronomi, hendese; müslümanların geliştirdikleri saatler; astronomi aletleri; suyun kullanımı ve su tesisleri, su kapları; ışık ve ışıkla ilgili teknoloji, optik; coğrafî konular, dünyanın şekli ve yüzölçümü; madenler, altın, kıymetli taşlar; mûsiki ve seslerin kullanımı; kimya; bitkiler, şeker ve tarihçesi; tıbbî konular.


Eserleri. 1. Über die elliptische Polarisation des Lichtes und ihre Beziehungen zu den Oberflächenfarben der Körper (Leipzig 1872). Doktora tezidir. 2. Physikalisches Praktikum. Mit besonderer Berücksichtigung der physikalisch-chemischen Methoden (Braunschweig 1890, 1897, Hermann Ebert ile birlikte). Öğrencilere yönelik bir fizik kitabıdır. 3. Über die Naturwissenschaften bei den Arabern (Hamburg 1890). 4. Zur Alchemie bei den Arabern (Erlangen 1922). 5. Aufsätze zur arabischen Wissenschaftsgeschichte. Sitzungsberichte der Physikalisch-Medizinischen Sozietät zu Erlangen (SBPMS Erlg.) dergisinde yayımlanan makalelerinin (XXIV-LXVI [1902-1928]) Wolfdietrich Fischer tarafından derlenerek neşredilmiş halidir (I-II, Hildesheim-New York 1970). Wiedemann bu makalelerinin büyük bir kısmında özellikle Hârizmî’nin Mefâtîĥu’l-Ǿulûm başlıklı eserinin hiyel, aritmetik, geometri, astronomi, kimya ve müzik bölümlerini İslâm bilimler tarihi açısından incelemiş ve Almanca’ya tercüme etmiştir. 6. Gesammelte Schriften zur arabisch-islamischen Wissenschaftsgeschichte. Wiedemann’ın bir önceki derlemede bulunmayan makalelerinin Dorothea Girke ve Dieter Bischoff tarafından derlenip Fuat Sezgin tarafından yayımlanan şeklidir (I-III, Frankfurt am Main 1984).


Makaleler. Wiedemann İslâm bilim tarihi hakkındaki çalışmalarını genellikle makale halinde yayımlamış ve bunların çoğunda müslüman âlimlerin tabii bilimlerin çeşitli alanlarında kaleme aldıkları risâlelerin tercümesini, tahlilini ve içerdikleri tasvirlerin çizimini vermiştir. Bazı makaleleri şunlardır: “Über die Uhren im Bereich der islamischen Kultur” (Nova Acta, Abhandlungen der Kaiserlich Leopoldinisch-Carolinischen Deutschen Akademie der Naturforscher, C/5 [Halle 1915], s. 1-272; Gesammelte Schriften, III, 1211-1482; Fritz Hauser’in yardımıyla hazırlanan ve Wiedemann’ın en önemli araştırmalarından biri kabul edilen bu makale İslâm kültür çevresinde kullanılan saatler ve bunların yapım teknikleriyle ilgilidir; çok sayıda çizimin yer aldığı makalede İsmâil b. Rezzâz el-Cezerî ve Fahreddin İbnü’s-Sââtî’nin [Rıdvân b. Muhammed el-Horasânî] saatlerle ilgili eserlerinin tercümeleri de verilmiştir); “Über Trinkgefässe und Tafel aufsätze nach al-Gazarî und den Benû Mûsâ” (Isl., sy. 8 [1918], s. 140-166, 268-291; Gesammelte Schriften, III, 1517-1579); “Über Schalen, die beim Aderlass verwendet werden und Waschgefässe nach Gazarî” (Archiv für Geschichte der Medizin, sy. 11 [1918], s. 22-43; Gesammelte Schriften, III, 1607-1628); “Über eine Palasttür und Schlösser nach al-Gazarî” (Isl., sy. 11 [1921], s. 213-251; Gesammelte Schriften, III, 1670-1708); “Über al Biruni und seine Schriften” (Heinrich Suter ile birlikte, SBPMS Erlg., LII-LIII [1920-1921], s. 55-96; Wiedemann, Aufsätze, II, 474-515); “Allgemeine Betrachtungen von al-Bîrûnî in einem Werk über die Astrolobien” (Josef Frank ve Max Horten ile birlikte, SBPMS Erlg., LII-LIII [1920-1921], s. 97-121


Bağdat / İslam Dünyasında Bilim Devrimi


8. Yüzyılın ortalarına doğru, islam coğrafyasının halifeleri İrak'ı devletin merkezi olarak tayin ederler. Başkentleri Bağdat'ta muhteşem bir bilim devrimi başlar.


762 yılında halife Mansur, dönemin en iyi astrologlarını, devletin başkentinin nereye kurulacağını kararlaştırmaları için toplar. Çeşitli hesaplamalar ile yıldızlardan okunan tavsiye şöyledir: Halife, başkenti Dicle'nin kıyılarından birine kurmalıdır.


Bu gerçekten yerinde bir tavsiyedir. Dicle , Fırat ile birlikte bölgeyi sulayan iki büyük nehirden biridir. Astrologların belirledikleri yerde İslam coğrafyasının ticari yolları ve kanalları keşişmektedir. Şehir hızla yükselir. Bölgenin köylüleri ona bir zamanlar orada bulunan küçük bir köyün adını verirler: Bağdat.


Bağdat hızla gelişir, ticari hayatın yoğun olduğu mahalleler halifenin sarayını ve ulu camiyi çevreler.


Ticaret malları islam topraklarının ve dünyanın dört bir köşesinden gelir. Çin, Hindistan, Afrika... Bu nadir ürünler, baharatlar, el yazmaları veya değerli taşlar; prenslere, büyük tüccarlara ve eşrafa mutluluk getirir. Yüzlerce hamam, şehir sakinlerine ve İslam medeniyetinin bu en güçlü şehirinin cezbettiği ziyaretçilere kapılarını açar. Nakışlı kumaş üretiminde uzmanlaşan bir atölye saraya çalışır. Şehrin kurulmasının ardından yirmi yıl geçmeden , Halife Mansur'un yerine gelen Halife Harun Reşid'in emriyle ilk hastane inşa edilir.


Bağdat'ta , 8. Yüzyılda kağıt hamuru üretilmektedir. Bilgiler, kağıda yazılınca daha kolay yayılırlar. Parşömenden daha ucuz olan kağıdın formülünün, çinli mahkumlardan özgürlükleri karşılığında alındığı anlatılmaktadır. Artık Bağdat , edebiyatın, sanatın ve bilimin başkenti olmaya aday bir şehirdir.


Bağdat'ta İslam medeniyetinin tüm Orta Çağ boyunca sürecek bilim destanı başlar.


Bir hikmet evi


Bağdat'ın ve tüm islam coğrafyasının alimleri Halife Harun Reşid'in yönetimi altında kurulan Hikmet Evi'nde (Beyt'ül-Hikme) toplanırlar. Orada , kütüphanede çalışırlar, öğrencilerini kabul ederler; din, felsefe, bilim vb. Üzerine konferanslar verirler. Bütün alimlerin aynı mekanda toplanarak çalışmalar yapması fikri dâhicedir ve diğer şehirlere de yayılır. Kültürlü ve varlıklı kişiler, İslam coğrafyasının diğer şehirlerinde de Hikmet Evi'nden daha küçük evleri ve kütüphaneler kuracaklardır.




Bizans'tan ödünç alınan eserler


Harun Reşid'in oğlu Me'mun 9. Yüzyılın başında babasının yerine geçer. Bilimlere tutkun olan yeni halife , şehirdeki alim sayısını arttırmanın yollarını arar. Bunun için, İslam topraklarının her yerinden Hint, Pers ve Yunan yazmalarını toplatır. Bazılarının tarihi yedi yüzyıldan daha eskidir. Bugünkü Istanbul'da yaşayan Bizans İmparatorun'dan kütüphanesinin bir kısmını isteyerek bilim ve edebiyatla ilgili tüm eserleri, matematik ve felsefe yazmalarının bir kopyasını çıkarmak üzere ödünç alır.


Şimdi bir problem ortaya çıkmıştır; metinlerin çoğu Yunancadır! Arapçaya tercüme edilmeleri gerekir. Halifeler gibi, tüccarlar ve zengin devlet görevlileri bu faaliyetleri maddi olarak desteklemek konusunda cömertçe birbirleriyle yarışa girerler. Bu sayede antik Yunan bilgisi unutulmaktan kurtulur. Bu şekilde Benû Musa olarak bilinen üç erkek kardeş babalarından miras kalan serveti Yunanca mekanik eserlerini tercüme ettirmek için harcarlar. Sonra kendi becerileriyle mekanik alanında ilk arapça kitabı, mekanik kitabı adıyla kaleme alırlar. Esas olarak otomatlar hakkında olan bu eser, Bağdat'ın varlıklı kişileri katında büyük bir başarı kazanır. Saraylarını tefriş etmek ve misafirlerini eğlendirmek üzere otomatlar yaptırırlar


İslam coğrafyasının haritası


Halife Me'mun'un amaçlarından biri, bir dünya haritasının yanı sıra İslam coğrafyasının güvenilir bir haritasına sahip olmaktır. Topraklarını tanımak ve halkını daha iyi yönetmek için bu haritaya ihtiyacı vardır. Bunun içün, şehirlerin kesin konumlarını ve aralarında ki uzaklığı bilmek zorundadır. Me'mun Bağdat'ın astronomlarından bu konuda çalışmalarını ister.


Bilginler bu araştırmaları büyük bir tutkuyla yapacaklardır. Şehirlerin konumları nasıl belirlenir? Ve bu şehirleri harita üzerine yerleştirebilmek için aralarında ki uzaklık kesin olarak nasıl hesaplanabilir? Bilginler bu görevle İslam topraklarını dolaşırlar en büyük şehirlerin enlem ve boylamlarını belirlemeyi başarırlar. Bunun içün gök olaylarından, özellikle de güneş ve ay tutulmasından yararlanırlar.


Halife tarafından ısmarlanan haritayı tasarlamak için astronomlar , 2. Yüzyılda yaşamış yunanlı bir coğrafya âlimi olan Batlamyus`un imzasını taşıyan bir haritadan yola çıkarlar. Bu harita üzerinde ara sıra önemli düzeltmeler yaparlar. Örnek olarak, Hint Okyanusu`nu bir iç deniz olarak gösteren Batlamyus`un aksine Hint Okyanusu`unu bir açık deniz olarak çizerler. Astronomlar Batlamyus'un haritasına şehirler yerleştirerek kendi haritalarını yaparlar.

Planetaryum

Yıldızçemberi, yıldızevi ya da daha açık anlamıyla 'uzay tiyatrosu' olarak isimlendirilen çok özel bir projektör kullanılarak son derece gerçekçi gökyüzü simulasyonlarının oluşturulduğu kubbe şekline benzeyen alana Planetarium deniyor. Yıldız projektörü (Star Projector) ismi ile anılan bir alet yardımıyla, yer, ay, ve gezegenlerin, güneş etrafındaki konumları ve göreli hareketleri, takım yıldızların görünümleri gibi pek çok astronomik olay gösterilebilmektedir.
Çoğu yıldız projektörleri birkaç farklı eksen boyunca hareket ederek, yılın istenen günü ve istenen gözlem günü için gerçek gökyüzünün görüntüsünü oluşturabiliyorlar.Gerçekten son derece büyüleyici bir durum. Her planetarium kendisine göre özel gösteriler sunuyor ve bu gösteriler genellikle 50 dakika sürüyor. Bu astronomik gösteriler esnasında pek çok özel efektlerde kullanılıyor. Tüm planetariumlarda kullanılan özel efektler arasında, gündoğumu, günbatımı ve gökkuşağı canlandırmaları, takımyıldız figürleri, göktaşı ve kuyrukluyıldız animasyonları ve kutup ışımaları yer alıyor. Daha gelişmiş bazı özel efektler ise gezegenlerin dönmesi, çift yıldız sistemleri, galaksiler ve karadeliklerin simülasyonlarından oluşuyor.

Astrolab (Usturlab)


Astrolab; Yıldızların yüksekliklerini ölçmekte ya da enlem belirlemesinde kullanılan aygıttır. Eski Yunan gökbilimcileri tarafından icat edildi. En basit biçimiyle ortasına hareketli bir gösterge yerleştirilmiş düşey bir disktir. Gösterge yıldıza yöneltilince, yıldızın yüksekliği yay derecesi türünden diskte okunur. Ortaçağda özellikle denizciler, altılık (sekstant) bulunana kadar (18. yüzyıl) astrolab kullandılar.
Prizmalı astrolab: 1905’te Fransız gökbilimcileri A. Claude ve L. Driencourt prizmalı astrolab modelini yaptılar. Başlangıçta, bir teleskop, prizma, cıva çanağı ve bazı ayar parçalarından oluşan basit bir aygıttı. Prizmanın tipine göre, yıldızı ancak belli bir yükseklikte bulunduğu anda gözlemek olasıydı. Prizmalı astrolablarda gözlemci, biri doğrudan, öteki ise cıva çanağında yansıdıktan sonra prizmaya gelen iki ışık ışınından oluşan yıldızın iki görüntüsünü görünüm alanında algılar. Bu iki görüntünün, astrolabın görünüm alanında karşılaşması, ancak yıldız belli bir yükseklikteyken mümkündür. Böylece, bu aygıtlarla gözlem yerinin enlemi ve yersel yıldız zamanı bulanabilir. Prizmalı astrolablar 1955’e kadar daha çok geodezik astronomide kullanıldı.
Danjon astrolabı: Paris Gözlemevi eski müdürlerinden A. Danjon’un prizmalı astrolabı geliştirerek yaptığı otomatik astrolab, 1956’dan bu yana astronomide kullanılmaya başlandı. Astrometride önemli bir aygıt olma özelliğini bugün de sürdürür. A. Danjon, yaptığı yeniliklerle hem aleti çok kararlı bir duruma getirdi, hem de kişisel yanılgıdan bağımsız (impersonal) olmasını sağladı. Danjon astrolablarıyla 25-30 yıldızdan oluşan bir grubun gözlemi sonucunda, + -5 milisaniyelik bir yanılgıyla zaman saptaması yapılabilmektedir. Türkiye’de Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Gözlemevi’nde bulunan bu aygıtla anlık boylam ve enlem saptanması, kutup hareketi, yerin dönmesi gibi çok önemli astronomi konularında araştırmalar yapılabilmektedir.

Fuat Sezginin ve Keşifleri


Günümüzde yaşayan İslam Bilim Tarihi Uzmanlarından en mühimi olan Prof. Dr. Fuat Sezgin doksan yıllık yaşamında çalışmaları süresince çok önemli bazı keşiflere imza atmıştır. Bu kesiflerin hemen hepsi tüm dünyada ses getirmiştir. Dünyanın takdirini kazanmıştır. Burada bu keşiflerin en önemlileri tanıtacağız. Sezgin’in beş önemli keşfine değineceğiz. Bunlar Halife Me’mun’un Dünya Haritası, Hadislerin Yazılı kaynaklara dayanması, Matematiksel Coğrafya’nın Müslümanlara Aidiyeti, Amerika’nın Müslümanlar tarafından keşfi, El-Cezeri’nin kitabıdır. Sezgin’in bu keşifleri dışında önemli araştırmaları ,tespitleri ve ispatları mevcuttur. Batı Uygarlığı İslam Uygarlığının devamıdır, Batı İslam Medeniyetinin bir çocuğudur, İlimler Tarihi yeniden yazılmalıdır. Şeklinde çok önemli konuların aydınlanmasına büyük katkı sağlamıştır. Bunların dışında ayrıca Türkiye’de İslam Bilim Tarihi alanında çığır aşmış olan Sezgin, İslam Bilim Tarihi Araştırmaları Vakfı’nın kurulmasını ve İstanbul’da İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi’nin açılmasını sağlamıştır.

İslam'ın bilime verdiği önem


İslamiyet bilime son derece önem veren bir dindir. Kur’an’da “bilenlerle bilmeyenler hiç eşit olurlar mı” ayeti vardır.
Ayrıca Hz.Muhammed “ilim, kadın ve erkeklere farzdır” demiştir. Bu konuda pek çok hadis vardır. İslamiyet bilime önem verdiği için zamanla büyük bir medeniyet doğdu. İslam medeniyeti dokuzuncu yüzyıl başlarında patlama noktasına geldi.

Abbasilerden Halife Me’mun Yunancadan, Süryancadan ve Pehlevi dilinden arapçaya birçok çeviriler yaptırdı. Tıp, matematik, astronomi, felsefe, kimya ve fizikte büyük gelişmeler oldu. Me’mun, İslam’ın akılcı yorumlarını tercih ederek bilime ve sanata önem verdi. Beytü’l Hikme denen bilim evini kurdu. Bilimde ve teknikte ilerlemeyi teşvik etti. Ondan sonra gelen sorumlular da bir süre bilimci hareketi desteklediler. Dokuzuncu yüzyılda böylece gelişen vee yükselen İslam medeniyeti onbirinci yüzyıldan sonra Avrupa’yı etkilemeye başladı.

On ikinci yüzyılda İslam bilginlerinin bir çok eserinin latinceye çevrildiğini görmekteyiz. İslam medeniyeti, felsefede, tıpta, eczacılıkta, astronomide, fizikte, matematikte ve tarımda batıyı etkiledi. Ancak Ortadoğu’daki bu bilim hareketi zaman zaman canlılığını yitirdi. Taassupten doğan dar dini yorumlar çoğaldı. İslam’ın özündeki bilim anlayışına bazı hurafeler gölge düşürmeye başladı. Buna karşılık Batı, onbeşinci yüzyıldan itibaren uyanmaya başladı.

Onaltıncı yüzyılda Batı’da bilim, sanat ve dinde yeni anlayışlar gelişti. İslam medeniyetinde gelişmeler, zamanla Arabistan’da duraklamakla birlikte özellikle Türklerin egemen olduğu bölgelerde onaltıncı yüzyıl ortalarına kadar devam etmiştir.

İslamiyet’in bilim ve tekniğe önem verdiğini Atatürk şu sözleriyle doğrulamıştır. “Bizim dinimiz milletimize kötü, zavallı ve aşağı olmayı tavsiye etmez, aksine Allah da, Peygamber de, insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını emrediyer. Allah’ın emri çok çalışmaktır.

Zamanın gereklerine göre ilim ve fenden, her türlü medeni buluşlardan mümkün olduğu kadar yararlanmak zorunludur,” “Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek gerekli ise dinimizin gerçek felsefesini inceleyecek, araştıracak, bilimsel ve teknik olarak telkin kudretine sahip olacak, seçkin ve gerçek din bilimi adamlarını da yetiştirecek yüksek öğrenim kurumlarına sahip olmalıyız.”