22 Temmuz 2016 Cuma

Alimler ve Teknoloji



The Economist, İslam dünyasındaki bilimin devrimini anlatırken, asıl dalgalı kurun bilimde değil; özümüzde olduğunu henüz fark edememişti. Yoksa bazı üniversitelerdeki ibadet mekanlarının çalışma mekanlarından daha büyük olduğundan dolayı bizleri yadırgamazdı.

"Cennet gibi yer” diye bir deyim vardır ya, geçtiğimiz yıl belki ilk kez bu cümleyi kullanmıştık. Onlarca bilim insanı dünyanın bir numaralı üniversitelerinden Harvard’ın salonunda toplanmışlardı. Heyecanlıydık; çünkü böyle fırsatların akademik dünyada yaşayan insanlar için ne denli büyük olduğunun farkındaydık. Hani “Kaf dağının ardında yaşayan Anka kuşunun” hikâyesi anlatılır ya, bizlere de hep kendi okullarımızda Harvard’da yapılan keşiflerin ve icatların hikayesi anlatılırdı. Ama “Cennet” tabirini böyle heyecanlarımızın hiçbiri için kullanmamıştık...

Teker teker sahneye çıkan bilim insanları, Amerika’nın dört bir köşesinden gelmiş ve kendi alanlarında en ünlü bilimsel dergilerde yayınladıkları araştırmalarını anlatıyorlardı. Ağzım açık kalmıştı, yerimde duramıyordum heyecandan... “Elhamdulillah” kelimeleri belki de o an sadece bizim ağızlarımızdan çıkmıyor; üstümüzde dönüp dolaşan meleklerden de zikrediliyordu. Öğle namazı vakti girdiğinde seminerimize de ara verilmişti. Namazlarımızı kılmak için hiçbir hocamızdan çekinip saklanmıyorduk. Abdestlerimizi korkudan aceleyle alıp, gözükmeden bir yerlerde “Nasıl namaz kılabilirim?” endişesi taşımıyorduk. Onlarca bay ve bayan bilim insanı, kendilerine hazırlanmış bölümlerde büyük bir cemaat oluşturmuştuk. Dünyanın “Kırmızı Elması” Harvard’da, dünyanın en sayılır bilim insanlarıyla saf tutmuş namaz kılıyorduk.

İşte o an, hayatımızda ilk kez ve defalarca “Cennet gibi yer” deyimini kullanmıştık. Müslüman bilim insanları dinlerinin emrettiği tarzda giyinik şekilde sahneye çıkarken, anlattıkları bilimsel buluşlarıyla ne başörtüleri heyecanlarını saklıyordu, ne de kimseden çekinerek azınlık duygusu yaşıyorlardı... İşte bu anılarla The Economist’in yakın zamanda yayınladığı bir makalede İslam dünyasının son yıllarda bilime verdiği önem anlatılırken, ilk cümlesi dikkatimizi çekmişti. 2005 yılında sadece Harvard’da yayınlanan makale sayısı 17 Arap devletinin bütün üniversitelerinin yayınladıklarından fazlaydı. The Economist’in hesaba katmadığı bir şey vardı. O da, batı dünyasında çığ gibi artan Müslüman bilim insanlarının sayısı. Artık “Harvardlı Müslümanlar” gibi azınlık olduklarını anlatan bir tabir yerine “Müslüman Harvardlılar” tanımlaması koca bir “cemaat” için söylenebiliyordu. Ve makaledeki ikinci üzücü cümle hemen arkasından geliyordu. 1.6 milyarlık İslam âlemi yıllar boyunca sadece iki Nobel ödülü kazanabilirken; 16 milyonluk Yahudi aleminde ise 79 tane Nobel ödülü kazanan bilim insanı vardı. Sahip olduğumuz iki Nobel ödülünü kazanan bilim insanı da batıya göç etmişti. Tabi aradaki muazzam farkın nedenini birçok hususa bağlayabiliriz; ancak dergi bizim yerimize cevap veriyordu. İslam dünyasında bilimin en geliştiği zamanlardaki iktidarların, dinine bağlı olan insanlardan oluştuğu anlatılırken; dikta rejimlerle nefes alamayan birçok İslam ülkesinde ise üstü toprakla örtülen unsurlardan biri de bilimdi...

Son on yıldaki İslam dünyasının bilimdeki atılımı ise The Economist’i heyecanlandırmış olmalı ki sadece Türkiye’de ve İran’da yayınlanan bilimsel yayın sayısının 4-5 kat arttığını ve Türkiye’nin İsveç’ten dahi bilime fazla para ayırdığını söylerken bilinçaltlarındaki küçümseme duygusunu saklayamıyorlardı. Çünkü artık ülkemizde uzaya ilk yerli uydumuzu fırlatabiliyorduk. Ve insanların çoğu(!) gökyüzüne bakıp, milli bir ruhla alkışlayabiliyorlardı. Çünkü artık birçok uzay mühendisi bilim insanımız, ellerindeki kameralarla(!) baş örtülü öğrencileri değil; gökyüzündeki nice gizli yıldızların fotoğraflarını çekiyorlardı. Çünkü artık aklında binbir bilimsel proje olan başı örtülü kız kardeşlerimiz; “çitlerle çevrili” üniversitelerden içeri girebiliyorlardı... Çünkü... Çünkü...

The Economist, İslam dünyasındaki bilimin devrimini anlatırken, asıl dalgalı kurun bilimde değil; özümüzde olduğunu henüz fark edememişti. Yoksa bazı üniversitelerdeki ibadet mekanlarının çalışma mekanlarından daha büyük olduğundan dolayı bizleri yadırgamazdı. Çünkü namazını kılan ve bilimi mârifetullah ve muhabbetullah mikroskop ve teleskoplarıyla durmaksızın araştıran bilim insanlarının, okullarında namaz kılacak mekânları olmadığından içlerinin ne kadar yandığını bilemezdi. Binbir türlü bahaneler uydurup birkaç dakika namazını kılıp, hemen araştırmalarının başına koşmak için uzak mescidlere koşanları bilseydi, şu anki halimizle bilimden değil; özümüzden ne kadar uzaklaşmış olduğumuzu ancak kavrayabilirdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder